KUMANDA KİMİN ELİNDE ?

Milenyum çocuklarının dahi gençlere dönüştüğü bu zamanda neredeyse hepimiz sosyal medyayı aktif  kullanıyoruz. Hatta çoğunluk birden fazla platformda profile sahip. Teknoloji çağı olarak adlandırılan bir zamanda zaten aksi de bir hayli zor. Varlığını devam ettirme ihtiyacındaki her canlı gibi uyumlu olmaya, geride kalmamaya ihtiyacımız var. Haberler için günlük gazeteleri takip edebilir ya da sosyal medya kullanmıyorum, benden haberdar olmak isteyen gelsin görsün diyebilirsiniz. Bu şekilde mutlu olabilirsiniz tabi ama saatte 508.72 km/s (SSC Tuatara) hız yapabilen arabaların olduğu dünyada yarışa kovboy olarak katılmanın pek getirisi yok.

Depresyona Bir Neden Daha

Özellikle içinde bulunduğumuz pandemi döneminde en temel ve en çok zamanımızı alan işlerimiz online platformlara taşındı. Toplantılara, derslere medya araçları üzerinden katılıyor ve birbirimizle asgari düzeyde yüz yüze etkileşime giriyoruz. Bu durum da sosyal medyayı bugüne kadar olduğundan daha fazla kullanmamıza neden oluyor. ‘Digital 2020 Ocak ayı raporu’na göre 3.80 milyon insan sosyal medya kullanıyormuş ve 2019 yılı ile kıyaslandığında %9’luk bir artış varmış, bu da sadece bir yılda 321 milyon yeni kullanıcı demek (We Are Social). Buradaki kritik soru şu ki: sosyal medya gerçekten sadece yararı ile mi geliyor?

Maalesef 2017 yılında World Health Organization tarafından yayınlanan rapora göre 300 milyon kişi depresyonla mücadele ediyormuş. Aynı raporda sadece on yılda (2005-2015) %18’lik bir artış yaşandığı da belirtiliyor. Sosyal medya kullanımının artarken diğer yandan depresyon oranlarında da görülen bu artış, iki kavram arasında bir ilişki olduğuna işaret etmiyor mu?  Açıkçası bu konu üzerine çevrenizdekilerle yapacağınız bir sohbetten bu hipotezi kafamızda doğrulamak kolay.

kendimizi gösterebildiğimiz, duygularımızı paylaşabildiğimiz ana mekan haline gelmiş durumda. Haliyle burada karşılaştığımız olumsuzluklarda ana sorunlara dönüşüyor. Bu konuyu kafamızda daha iyi resmedebilmek için tiyatro üzerinden açıklayalım ve bu benim değil bir sosyolog/sosyal psikolog olan Erving Goffman’ın (1922-1982) fikriydi.

 

Hayat Bir Sahne

Dramaturji olarak adlandırılan bu kuramda Goffman bizleri kendi rollerini oynayan birer oyuncuya benzetmiş. Örneğin 42 yaşında iki çocuğu olan bir doktorun çocuklarına karşı anne rolünde. Hastalara karşı doktor rolünde. Hastanedeki diğer çalışanlara karşı iş arkadaşı rolünde. Hastanedeki intörnlere karşı öğretmen rolünde. Kocasıylayken eş rolünde. Arkadaşları ileyken dost rolünde. Apartman toplantısında iken komşu rolünde görürüz. Bulunulan ortam ise sahnedir yani; ev, hastane, arkadaşları ile buluştuğu kafe, toplantı salonu birer sahnedir. Ve diğer insanlarla her etkileşime girdiğimizde aslında bir performans sergilemiş oluruz. Etkileşimde olduğumuz ve o anda kendi rolünü oynamakla meşgul olan kişi veya kişileri düşünelim. O etkileşime tanık olan diğerleri ise seyircilerdir.

Kendimizi rollerimize göre şekillendirir; duruşumuzu, jest ve mimiklerimizi, ses tonumuzu vs. o anki rolümüze göre ayarlarız. Bunu yaparken seyircilerin performanstan zevk alması ve kusursuz bir performans olması için bilinçli ya da bilinçsizce sürekli kendimizi kontrol ederiz. Sosyal medya bu bağlamda bize yeni bir sahne veriyor. Hem de dünyadaki herkesle etkileşime girebileceğimiz ve buna herkesin tanık olabileceği devasa bir sahne. Ve tahmin edersiniz ki sahne ne kadar büyükse beraberinde getirdiği korkuda o kadar büyük oluyor. İki yüz kişinin önünde performans sergilemek ile altı bin kişinin önünde performans sergilemek aynı şey değildir. Performansla gelen stres, mükemmeliyetçilik, endişe gibi duygular da seyirci sayısının artmasıyla birlikte artacaktır. Çünkü ne kadar seyirci o kadar farklı görüş demektir. Tanrısal bir güç ve mükemmelliğe sahip olmadığınız takdirde bu görüşlerin hepsinin olumlu olması da imkansızdır.

Sorun tam da bu noktada başlıyor. Çoğu zaman mantıklı bir dayanağı bile olmayan bir sürü eleştiri ile karşılaşmak benliğimizi, sahip olduğumuz hayatı, iyi bir konumda olup olmadığımızı, yaptığımız işi sorgulamak gibi sancılı süreçlere girmemize yetiyor. Diğer insanların en mutlu, en güzel, en kusursuz olduğu paylaşımları bizi yeterliliğimiz hakkında yanıltıyor. Hele bir de rolün ile gerçek benliğin arasındaki uçurum genişledikçe kapının altından, pencere arasından, bacadan, en ufak delikten girmeye çalışan depresyonla karşılaşmamız uzun sürmüyor.  Kendimizi bir anda hem fiziksel olarak hem de niteliklerimiz hakkında olmadığımız biri gibi davranmaya çalışırken buluyor, daha doğrusu kendimizi kaybediyoruz.

 Kontrolü Ele Almak

İlk olarak hazzı ertelemeyi sıfırdan ya da tekrar öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Algı konusunda uzmanlaşmış bilim insanları sosyal medya platformlarını tasarlayan ekiplerin en önemli parçalarındandır. Bu tasarımlar içerisinde sürekli görmek, etkileşimde bulunmak  isteyeceğimiz türden (alışveriş,cinsellik vb.). Beynimizde bağımlılık yapabilen dopamin hormonunun salgılanmasına neden olan içerikler bulundurur. Bir nevi aynı anda göze ve kulağa hitap ederek duygusal olarak bizi kontrol edebilen muhteşem kumandalar da denebilir. Bir süre dopamin detoksu yapmak, kendimizi dinleyebileceğimiz ve düşüncelerimizin farkına varabileceğimiz uğraşlar edinmek(kitap, doğa …) işe yarayacaktır. Unutmayın, bu yazıda sosyal medya kötüdür demiyorum, bilinçsiz kullanımın doğurabileceği sonuçlardan bahsediyorum. Tek amacım kumandanın kimde olduğunu kontrol etmenizi sağlamak.

 

KAYNAKÇA
  1. S. Kemp, 30 January 2020, DIGITAL 2020: 3.8 Billion People Use Social Media, https://wearesocial.com/blog/2020/01/digital-2020-3-8-billion-people-use-social- media

 

WHO, 30 March 2017, “Depression: let’s talk”, https://www.who.int/news/item/30-03

-2017–depression-let-s-talk-says-who-as-depression-tops-list-of-causes-of-ill-health

 

NTV, 20.10.2020, Dünyanın en hızlı otomobili: SSC Tuatara https://www.ntv.com.tr/galeri/otomobil/dunyanin-en-hizli-otomobili-ssc-tuatara