DEĞİŞEN TOPLUM İÇİNDEKİ TÜRK KADINI VE ATATÜRK

Toplum İçindeki “Biz”

İçinde bulunduğumuz toplum, “kadın” üzerindeki söylemleri ile yeni bir kimlik yaratmaya çalışır. Ancak kadın, cinsiyet kategorisinde varsayılarak üzerinde sosyal eşitsizliklerin yapıldığı “birincil mağdur kişi” olarak ele alınmaktadır. Yani kadın, ne olursa olsun ikincil bir statüye sahip. Ezilen, baskı gören, üzerinde hak iddia edilebildiği düşünülebilen, bir birey olarak görülmektedir. Bununla birlikte bir anne ya da eş olarak da yetiştirilerek topluma kazandırılmaya çalışılmaktadır. Erkek egemenliğinin hâkim kılındığı ataerkil toplum ile sürekli mücadele halinde olandır. Şimdilerde ne aile ne çalışma ne medeni ne de siyasi alan içerisinde kadınlara sağlanan bir eşitlik kavramından söz edemiyoruz. Eşitlik kavramı Türk toplumu kadınları için hala uzak bir düşten öteye geçememiştir. Kadın olarak talep edilen haklar ve geçmişten günümüze kadar gelişen ve değişen toplumsal roller gereğince “kadın hakları” kavramı aslında doğru bir terim olamaz. İnsan hakları kavramı olarak ele alınmaktadır. Ancak doğru bilinen bu kavram zaman içinde kadının insan hakları olarak evirilmeye mahkûm edilmiştir.

 

 

Değişen Dünya ve Kadın’ın Rolü

Fikirsel anlamda zihinlere oturan düşünceye göre erkek; toplum içinde ya da parçası olduğu kültürün yaratıcısı ve ürünü olarak görülürken; kadın, doğanın bir ürünü olmuştur. Bu tür saptamalar kadın ikincilliğini vurgulamak için kullanılmaktadır. Kadın haklarının varlığını belirtmek, bir ayrım değil; insan hakları kavramına içerik kazandırabilmek için bir ön koşuldur. İnsan hakları kavramının, “insan” soyutlaması içinde ele alınması, insan-erkek ilişkisinde somutlaştırıldığı için ataerkil anlayışın sürdürülmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Kadınlar, haklarından uzun süredir eşit olarak yararlanamamıştır. Bunun sebebi de geçmişte ve şimdi de erkeklerle dünyayı eşit biçimde paylaşamamaları olmuştur. Diretilen bu algı, zaman içinde daha net bir biçimde aslında doğal bir oluşumun ürünü değil toplumsal bir oluşumun ürünü olarak belirlenmiş olan bir cinsiyet ayrımıdır.

Geçerliliği kabul görmüş İnsan Hakları Bildirgesi, insan hakları kavramına kadın ve erkek eşitliği açısından bakmadığı gibi, kadınların özel alanlarında da (aile içi, işyeri, toplumsal ya da siyasi hayat) yaşadıkları birçok hak ihlallerini de yok saymaktadır. Siyasi alanda yargılanmış. Ve sonra işkenceye maruz kalması, olası bir insan hakkı ihlali olarak görülür. Kadınların yüzyıllardır uğradıkları aile içi şiddetleri, psikolojik ya da cinsel tacizleri insan hakkı ihlali olarak bile görülmez; genç kızların ya da kadınların, aile namuslarını ihlal ettikleri gerekçesiyle öldürülmesini, insan hakları ihlali kapsamında saymamaktadır. Oysaki kadınların yaşadıkları hak ihlallerinin ilk kaynağı aile içinde yani özel alanda başlamaktadır.

 

 Türk Kadını ve Atatürk

Türk tarihine bir göz atalım. Her konuda olduğu gibi kadın hakları konusunda da fark yaratmış olan kişinin; Mustafa Kemal Atatürk’ün varlığı olduğunu görürüz. İlk hedefi olan tam bağımsız ve egemen bir toplumdan sonra; bu toplumu, içinde bulunduğu karanlıktan kurtararak aydınlığa kavuşturmayı; çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine taşımayı hedeflemesi olmuştur. Bunun içinde en önemli olanın bağımsız kimliklerini yitiren insanlık yerine özgür birey kavramanı yaratmak. Ve laik bir düzene erişebilmesini sağlamak düşüncesiydi. Bu düşüncenin gerçekleşebilmesindeki en önemli olanın da kadın rolünün önemli bir yere sahip olabilmesiydi.

Atatürk’ün kadını topluma kazandırma konusundaki çalışmaları ile birlikte gelen yenilikler; toplumdaki aktif kadın rolünün ilk ve en önemli adımları olmuştur. Gerek hukuksal alanda erkeklerle eşit haklar talep edebilme, gerek siyasi alanda yer edinebilme; yalnızca erkeğin değil kadının da toplumda yer edinebilmesi için yapılan birçok önemli haklar sağlamıştır. Kadının geçmişten bugüne kadar gelmiş olan toplumdaki yeri göz önünde bulundurulduğunda Atatürk’ün yapmaya çalıştığı ve ön gördüğü şeyler daha da anlam kazanır hale gelmektedir. Yaşanılan deneyim ve sağlanan hukuki düzenlemelerin yetersizliği kadın-erkek eşitliğinin yükselmesini engelleyen koşulların başında gelir. Her şeyden önce insan merkezli bir anlayışı benimsemenin şart olduğu dönemlerde aydınlanma ve Atatürk akılcılığının, bilimin değerlerinin yeniden egemen kılmak gerekir.  Bunlara sıkı sıkıya bağlanılması gerektiğini bir kez daha hatırlatmakta fayda vardır.